Genel

OTİZM ÜZERİNE SÖYLEŞİ

OTİZM NEDİR?
Nedeni henüz tam olarak tespit edilememiş, yetersiz beyin gelişimi ile seyir eden bir çocukluk çağı hastalığıdır.
Otizm; tekrarlayan davranışlar, sosyal iletişim bozuklukları, kısıtlı ilgi alanları ve göz teması kurmamak gibi belirtilerle fark edilir. Konuşmanın gecikmesi, sosyal becerilerin beklenilen dönemlerde yapılamaması gibi davranış problemlerinin tespiti ile fark edilir. Tanı genellikle 1 ile 3 yaş civarında koyulur. Hastalık çok değişik faktörlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. Genetik yatkınlık uzunca bir zamandır suçlanılan nedenlerin başında gelmektedir. Ancak bu konuyla alakalı net bir genetik defekt tespit edilmemiştir. Anne ve babanın yaşları, değişik rahatsızlıkları yine bu konu da suçlanan diğer başlıklardır. Ailenin davranış problemleri, çocuk bakımı ve eğitimiyle ilgili yanlış uygulamaların yine hastalığın oluşumu ve gelişiminde sorumlu olduğu düşünülmektedir. Son zamanlarda hastalığın ortaya çıkmasında metabolik bozuklukların, flora dengesizliklerinin, yanlış beslenme alışkanlıklarının ve ağır metal zehirlenmelerinin sürece katkıda bulunduğuna dair veriler her geçen gün artmaktadır.

OTİZMİN TARİHÇESİ NEDİR?
İlk olarak 1943 yılında (leo kannen, psikiyatrist) çocukluk çağı şizofrenisi olarak klinik tanıya girmiştir. İçe dönüklük olarak kelime manası bulunan otizm, şizofrenik hastaların özel bir durumunu tanımlamak için kullanılmaktadır. Başkaları ile göz teması kurmayan, adı ile seslenildiğinde bakmayan, yaşıtlarıyla oyunlar oynamayan alakasız bazı davranışları ve sözleri tekrarlayan bu çocuklara şizofreninin bu alt grubunun ismi alınarak tanı olarak koyulmuştur. Yaşıtlarına göre konuşması geciken, bazen aşırı hareketli bir şekilde sallanan, çırpınan, bazen uzunca bir süre gözleri bir noktaya takılıp kalan sürekli yaptıkları rutin davranışların değişikliğine aşırı tepki veren bu çocuklar çok net bir tanı başlığı altında toplanamadığından geniş bir yelpazeyi ifade eden farklı bir isimle tanılanmaktadırlar: otizm spectrum dis orders (ASD).
Önceleri yüksek düzeyde eğitimli, mükemmeliyetçi anne babaların bu yapılarından dolayı çocukların bu hastalığa yakalandıkları düşünülmekteydi. Normal hatta normalin üstünde zekâya sahip olduğu düşünülen bu çocukların katı ebeveynlerinin yaşattığı duygusal travmalarla bu tablonun oluştuğu düşünülüyordu. Bu yaklaşım uzunca yıllar tıp camiasında kabul görmüş ve bu hastalığın tedavisi için psikanalitik yöntemler çok yaygın olarak kullanılmıştır ve hala kullanılmaktadır. Aile bireyleri hem suçlanmışlar hem kendilerini çok suçlamışlar ve tedaviye sadece bu yönden bakan tıp yaklaşımının etkisiyle daha büyük psikolojik travmalar yaşamışlardır. Ama bu günlerde biliyoruz ki otizm sadece çok iyi eğitim görmüş anne babaların çocuklarının hastalığı değildir. Toplumun her türlü sosyo ekonomik ve kültürel seviyelerinden bu hastalar çıkmaktadır. Bu sürecin nedenlerinden birisi eğitimli bu ailelerin doktorlara ve pskiyatristlere daha kolay ulaştıkları için bu ailelerde daha yüksek hastalık oranı tespit edilmiştir. Tarihsel süreçte bunun fark edilmesi tıp camiasında yeni bir suçlunun bulunması ihtiyacını doğurmuştur: genetik faktörler

OTİZMDE GENETİK DURUMU AÇIKLARMISINIZ?
Klasik genetik hastalıklarla kıyaslandığında otizm normalin çok çok üstünde artmaktadır. 70 yıllık bir süreçte otizmin sıklığı 1/250.000 lerden 1/80 lere çıkmıştır. Akraba evliliklerinin bu kadar yıl içerisinde tüm dünya da anormal bir şekilde artmadığını düşünürsek otizmdeki bu artış sıklığını bilimsel olarak genetik açıdan açıklayamayız. Fakat otizm de genetik faktörler tamamen bir kenara atılamaz bazı tek gen polimorfizmlerin epigenetik faktörlerle etkilenip bu hastalığın gelişimine katkıda bulunması olasılığı yüksektir. Tek yumurta ikizleri üzerinde yapılan çalışmalar bu çocuklar da oranın yüksek olduğunu göstermektedir. Bu durum genetik tezi desteklemektedir. Ancak tek yumurta ikizlerinde bile bu oranın %80 in üzerine çıkmaması saf genetik bir suçlamayı ortadan kaldırmaktadır. Genetiğin yanı sıra tarihsel süreçte tanı kriterlerinin gelişmesi sıklığın artmasından sorumlu tutulmaktadır. Fakat bu muazzam sıklık artışını tanı kriterlerinin gelişmesiyle açıklamakta bilimsel olarak çok mantıklı değildir.
Peki nedir otizmi bu kadar kısa sürede bu kadar yoğun bir şekilde artıran ?
Otizmin nedenleri saf genetik değildi belki ama annenin babanın sağlık durumuyla çok yakından ilişkilidir. Anne babalar çocuklarına sadece 46 kromozomlarını aktarmazlar. Doğumla birlikte anne babanın ortaklaşa biriktirdikleri bir bakteri yumağını( bağırsak florasını) çocuğa aktarırlar. Daha sonraki süreçte anne kendi sütünü ve aile tüm beslenme alışkanlıklarını çocuğa aktarır. Bu şekilde bakıldığında havanın, suyun ve besinlerin kalitesi ve sağlıklı olma durumu bu çocukların süreçlerini etkilemektedir. Yani ; değişik tarım ilaçlarıyla, civa kurşun gibi ağır metallerle zehirlenen bu çocuklar normal beyin gelişimlerinde sıkıntı yaşamaktadırlar. Omega 3 omega 6 kolin ve değişik fosfolipitleri maalesef alamazlar. Yeterli derecede aminoasit d vitamini ve be-compleks vitaminlerinin besleme alışkanlıkları ile temin edemezler. Tüm bu faktörler göz önünde bulundurulduğunda bize göre otizm için en doğru tanımlama ‘’genetik alt yapısı olan toksik kimyasallar, ağır metaller, enfeksiyonlar ve besinlerdeki farklı protein ve peptitlerle tektiklenen, yaygın gelişimsel bozukluğa yol açan nöroimmun bir klinik tablodur. ‘’

OTİZM VE LABORATUVAR ?

Kan testleri
Yapılması gereken en temel testlerden biridir. Bu inceleme ile kan şekeri yağları, proteinleri, aminoasitleri ölçülür. Amilaz, lipaz, alkalen, fosfatas gibi enzimlerin seviyelerine bakılır. Kalsiyum, magnezyum, çinko ve demir gibi mineral seviyelerine bakılır. D vitamini, folat, b 12 gibi vitamin seviyeleri ölçülür. Troid, yumurtalıklar, böbreküstü bezi ve pankreas hormonlarına bakılır. HbA1c, total İGE gibi ,vücudun geriye yönelik uzun süreli kan şeker düzeyleri ve alerjik durumu tespit edilir. Serum aminoasit paneli ile vücudun detoks potansiyeli, esensiyel aminoasit ve yağ asitleri düzeyleri görüntülenir. Kandan yapılan kapsamlı alerji testleriyle bağırsaklarda, akciğerlerde ve ciltte meydan gelen alerjik reaksiyonların etkenleri belirlenir. Aşırı gazlı veya kronik kabızlık çeken bu çocukların bağırsaklarının onarım sürecini kısaltmak adına bu alerjenlerin tespiti ve belirli sürelerde (3-8 ay ) diyetten(Beslenme alışkanlığından) çıkartılması bu test sonuçlarıyla yapılabilir.

İdrar tahlili
Vücudun su dengesinin takibi en başta idrar tahlilleriyle mümkündür. Ayrıca idrar yolu enfeksiyonları kum ve taş gibi klinik durumlar idrarda tespit edilir. Özellikle ağır metal tespiti kanla birlikte idrar ölçümleriyle tespit edilir. Kan aminoasit seviyelerinin yanı sıra idrar aminoasitlerinin de eş zamanlı ölçülmesi değişik metabolik rahatsızlıkların tanısında çok önemlidir.

Dışkı tahlili (SFS)
Kan ve idrar tahlillerinin yanı sıra yapılması gereken en önemli tahlillerden birisi de dışkı tahlilidir. Çoğunlukla bu kısım önemi bilinmediğinden dolayı ihmal edilir. İkinci beyin olarak son dönemlerde dikkatleri üzerine daha fazla çeken organımız bağırsaklarımızdır. Bağırsakların dolayısıyla tüm sindirim sisteminin işleyişinin anlaşılması bu incelemelerle mümkündür. Yaklaşık 6 metre uzunluğa 600 m2 yüzey alanına sahiptir. Bu alanda bağırsak florası (mikrobiyota) diye tabir ettiğimiz 100trilyon civarında bir bakteri topluluğu bizimle birlikte yaşamaktadır. Yapılan dışkı tahlili ile flora durumu tespit edilmekte ve eksikliklerinde probiyotik destekler ve besinlerle hasar onarılmaktadır. Ayrıca candida gibi mantarların ve değişik parazitlerin tespiti yapılmaktadır. Alerjilere bağlı bağırsakta meydana gelmiş olası hasarlar anlaşılabilir ve tedaviyle bu sorunlar ortadan kaldırılmaktadır. Sindirim ve boşaltım sisteminden çok önemli bir yeri olan bağırsaklarımız vücudumuz gerekli besinlerin emiliminde ve zararlı maddelerin atılmasında son derece önemli bir rol üstlenmektedir. Bu nedenle bağırsaklarımızdaki hasarların tespit edilerek ortadan kaldırılması çok önemlidir. Son olarak bağırsakların sindirim kapasitesi SFS testi ile belirlenmekte ve protein, yağ, şeker tüketimi konusunda diyette gerekli oranlamalar yapılabilmektedir.

OTİZM TEDAVİSİ VARMIDIR?
Otizm; metabolik süreçlerin bozulması, detoksifikasyon sistemlerinin iyi çalışmaması, ağır metaller gibi yoğun zehirlenmeye maruz kalınması, dengesiz ve sağlıksız beslenme ve bozulmuş bağırsak çalışması ile ilgili bir rahatsızlıktır. Bundan dolayı tüm bu süreçlerin tek tek tedavi edilmesi ve beslenmenin düzenlenmesi gerekmektedir.
Metabolizma düzenlenmesi :
Yapılan kan testleri ile ortaya konulan eksiklikler giderilmelidir. Esansiyel aminoasitler ve yağ asitleri, besin destekleri ve beslenmeyle birlikte düzenlenmelidir. Demir eksikliği anemisi, d vitamini eksiklikleri, kolin ve fosfolipit gibi beyin gelişimi ve işlevi için gerekli olan temel maddeler verilmelidir. Yeni hücre oluşumu için gerekli olan B1,B6, folat ve B12 gibi vitaminler eksikse tamamlanmalıdır. Metilasyon döngüsünde rol oynayan değişik metabolitler besin destekleri ve diyetle yerine koyulmalıdır. BUN, kreatinin, ürik asit ve homosistein gibi maddelerin kanda ideal seviyelerde bulunmaları sağlanmalıdır. Özellikle hipofiz, yumurtalıklar, troid, böbrek üstü bezi ve pankreas hormonları optimum düzeye getirilmelidir. Kan açlık glikozu, trigliserid, insülin ve HbA1c seviyelerinin ideal seviyede tutulmasıyla karbonhidrat(şeker) tüketimi ve döngüsü ideal hale getirilmelidir. Kan alerji testleri ile 90-270 alerjinin arasından 1 ile 4 derece şiddetinde vücudun alerji durumu tespit edilmektedir. Otizm de yoğunlukla suçlanan gluten(buğday vb. tahıllar) ve kazein(süt ve süt ürünleri) gibi özellikle bağırsağa zarar veren alerjenler tespit edilmektedir. Bunların 3 ila 8 ay arasında diyetten çıkarılması sinirimin ve emilimin düzenlenmesine, akciğerlerin normal kapasitede çalışmasına ve ciltte görülen ürtiker(kurdeşen) gibi sıkıntılı klinik durumların ortadan kalmasına yol açar.
Bağışıklık sistemi normale döndükten, bağırsaklardaki sibos(small intestine bacterial over growth sendrom : ince bağırsakta aşırı bakteri çoğalması) gibi patolojik durumlar ortadan kalkınca bu besinler tekrar diyete ilave edilebilir.

Detoksifikasyon Sistemlerinin Düzenlenmesi :
Vücudumuzun en büyük 3 detoks organı; bağırsaklar, karaciğer ve cilttir. Lenf ve kan dolaşımı ile toplanan vücutta üretilen veya dışarıdan alınan toksinler karaciğerde atılabilir maddelere dönüştürülür. Bu maddeler bağırsak, cilt ve böbrek yoluyla vücuttan atılır. Vücudun kendi içinde ürettiği toksit maddelerin artması veya ağır metaller ve tarım ilaçları gibi dışarıdan alınan toksinlerin artması organizmada ekstra bir toksik yük oluşturur. Bu dengesizliğe karaciğerin detoks mekanizmalarının da yetersizliği eklenince ağır bir toksik yüklenme ve beraberinde hasar gelişimi başlar. Bu olumsuz süreçten nasibini en fazla yapıları yüksek oranda yağ olan endokrin organlar(horman salgısı yapan) alır. Bu yüzden beyin, troid ve pankreas bu olumsuzluktan en fazla etkilenir. Kanda ve/veya idrarda yapılan incelemelerde tespit edilen bu ağır metaller çeşitli doğal yöntemlerle vücuttan uzaklaştırılmalıdır. Ağır metal atıcı farklı besin destekleri karaciğerin detoksifikasyon işlevine yardımcı besinler ve besin destekleri bu süreçte kullanılmalıdır. Ayrıca toksik yapıların atılım yeri olan bağırsakların, cildin ve dolayısı ile saçların normal işlevlerine kavuşturulması hayati önem taşımaktadır.

Ağır Metal Zehirlenmesinin Düzenlenmesi :
Kirlenmiş hava, su, çeşitli besin maddeleri, kullanılan bazı aşılar ve ilaçlar yolu ile ağır metaller çocukların vücutlarına girmektedir. Gıda teknolojisinde kullanılan bazı yöntemler, aşı üretiminde gerekli olan bazı ağır metaller bilinçsiz bir şekilde vücutta bu ağır metallerin birikim sürecini başlatır. Beyin özellikle iç ve dış toksinlerin etkisine daha fazla maruz kalmaktadır. Detoksifikasyon sistemleri bozulmuş ve beraberinde bu ağır metallere fazla maruz kalmış bu çocukların beyin gelişimi olumsuz etkilenmekte ve işlevlerinde sorun ortaya çıkarmaktadır. Konuşmanın gecikmesi, toplumsal uyumda sorun yaşamaları, psikolojik faktörlerin yanında bu toksikasyondan da etkilenmektedir. Kanda veya idrarda bu toksik metallerin(civa,kurşun,arsenik,kadminyum vb.) tespiti yapıldıktan sonra iki farklı başlıkta tedaviye geçilmektedir. Birincisi; bu ağır metallerin alınma yollarının ortadan kaldırılması, ikincisi ise; atılım süreçlerinin en doğal yöntemlerle sağlanmasıdır.

Dengesiz ve Sağlıksız Beslenmenin Düzenlenmesi :
Bebeğin ilk besini normal doğum sırasında annesinin doğum yolundan aldığı sıvıdır. Bu sıvı ilerleyen aylarda tüm mide bağırsak sistemini kaplayacak probiyotiklerin temelini oluşturur. Daha sonraki besini anne sütüdür. Anne sütünün içeriği bebeğin ihtiyaçlarına göre her gün yeniden düzenlenir. Gebelik öncesinde ve gebelik sırasında anne metabolizması ne kadar sağlıklı ise anne sütünün içeriği o kadar iyidir. Sağlık sorunları yaşayan bir annenin bebeğine vereceği bu besin bazen içerik bazen ise miktar konusunda yetersiz kalmaktadır. Yani beslenme bozukluğu; annenin sağlıksız florası ve sıkıntılı metabolizması ile başlar. Ek gıdalara zamanlama ve içerik olarak yanlış geçilmesi, beslenme bozukluklarının temelini atan 2. Önemli nedendir. Bu yanlışlıklar önce gazlı çocukları sonra kabız çocukları ortaya çıkarır. Bazen haddinden fazla dışkılayan bazen ise keçi pisliği şeklinde kaka çıkaran bu çocukların bu rahatsızlıkları genelde gözden kaçar. Sık boğaz ve idrar yolu enfeksiyonu geçiren bu çocukların zamanla kullandıkları yoğun antibiyotik tedavileri sindirim sistemlerini daha fazla bozar. Bu kısır döngüler büyüdükçe bu çocukları tek tip beslenen çocuklara dönüştürür. Ekmek, süt, muz, makarna, pilav, patates kızartması gibi çok kısıtlı bir beslenme kalıbına sokar. Bu beslenme şekli de esansiyel aminoasitler, yağ asitleri, çeşitli vitaminler ve minerallerin eksikliğine yol açar ve başta beyin olmak üzere tüm organların gelişimlerini dolayısıyla işlevlerini bozar. Bu çocuklarda metabolik sıkıntıların ortadan kaldırılmasında yapılması gereken en önemli değişikliklerin başında beslenme şekillerinin düzenlenmesi gelir. Uygun olanlarda şeker, protein ve yağların diyette bulunması bağışıklık, sindirim ve boşaltım sistemlerini ideal hale getirecek bir beslenme şeklinin kalıcı olarak yerleştirilmesi gerekmektedir.

Bozulmuş Bağırsak Sisteminin (flora) Düzenlenmesi :
Normal doğumla bebekler annelerinden flora alırlar. 6 ay ila 1 yıl arasında sadece anne sütü tüketilmesiyle sindirim sisteminin bu mayası tüm sistemi olması gereken en ideal hale getirir. Bu durum ilerleyen yaşlarda bu çocukların besinlerden en güzel şekilde sindirim ve emilim yapmalarını sağlar. Anneden sağlıklı ve yeterli floranın alınmaması birlikte anne sütünün az alınması ve yanlış beslenme uygulamaları bağırsak florasının normal şekilde olmasını engeller. Bozulmuş bağırsak florası alerjilerin ve yetersiz bağışıklık sisteminin temelini atar. Uygun sayıda ve çeşitte probiyotik ve prebiyotiklerin olmaması mide bağırsak sistemini bozar. Sindirim ve emilim olumsuz etkilenir. Vücuda girmesi gereken hayati besin maddeleri parçalanamaz ve emilemez. Normal floranın olmaması fırsatçı patojenlerin bağırsaklara yerleşmesine olanak sağlar. Özellikle candida ve buna benzer mantar türleri bağırsaklara yerleşir ve metabolizmayı bozar. Bağışıklık sisteminin bozulması kronik enflamasyona ve otoimmuniteye yol açar. Yukarda saydığımız nedenlerle flora eksikliklerinin oluşması otizme neden olan metabolik süreçlerde önemli rol oynar. SFS(dışkı flora analizi) ile bağırsakların hatta tüm sindirim sisteminin yukarıda saydığımız bozuklukları tespit edilir. Probiyotiklerin miktar veya çeşit olarak tespit edilen eksiklikleri probiyotik destekler ve/veya pre-probiyotik besinlerle yerine koyulur. Sinirim bozuklukları tespit edilir ve diyet düzenlemeleri alerji testinde ortaya çıkan sorunlarda göz önünde bulundurularak düzeltilir. Sibos (small intestine bacterial over growth sendrom : ince bağırsakta aşırı bakteri çoğalması) gibi tespit edilen anormal flora durumları 3 ile 6 aylık flora düzenlemeleri ile ortadan kaldırılır. Sindirimde tespit edilen sıkıntılar sindirim enzimleri takviyesiyle ve o çocuğa özgü beslenme kalıbının oturtulmasıyla aşılır. Zamanla besin destekleri, probiyotikler, sindirim enzimleri, çocuğun kliniği düzeldikçe tamamen bırakılır. Doğru ve doğal bir beslenme alışkanlığı kazandırılan çocuk hayatına çoklu besin destekleri, probiyotikler ve bunlara benzer katkılar olmaksızın devam edebilir hale gelebilir. Özetle yukarda sayılan tüm metabolik süreçler düzenlendiğinde otizm semptomları ortadan kalkmaya başlar. Özel eğitim süreçleri, fiziksel aktiviteler, duyu bütünleme ve konuşma terapileri, aile terapileri, kreş ve okul eğitimleri ile süreç bütünleştirilerek otizmin kalıcı tedavisi mümkündür.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir